İsrail ile İran arasında bir askeri çatışma çıkması halinde bu hem İsrail'in hem de İsran'ın sonu olacak.
Bölgemde askeri hareketlilik istemiyorum.
Bölgemde askeri hareketlilik istemiyorum.
📎 Muhyiddin ibn ‘Arabî tasavvuf tarihinin 13. yüzyıldan bu yana hâlâ etkisini sürdüren en ilginç, en etkili, en benzersiz simasıdır. Sonrakilerin Vahdetü’l-Vücûd (Unity of Existence) dedikleri tasavvuf sistemiyle hiç tartışmasız İslam tasavvuf tarihinde muazzam bir devrim yaratmış, söz konusu tarihi yepyeni bir mecraya sokmuştur. Bu sebeple günümüze kadar genelde İslam tasavvuf tarihi ve coğrafya- sında hem çok tartışılan hem çok eleştirilen hem de çok takdir edilen, sonuçta en çok benimsenen, en karizmatik sufisidir. Tabir-i caizse o, “Sufilik tarihinin Albert Einstein’ı”dır. Bilindiği gibi onun tasavvuf doktrininin ve İslam anlayışının İslam dünyasında oluşturduğu sufilik akımına literatürde Ekberîlik (Ekberiyye) denil- mektedir ki başka bir tabirle Türkçede İbn ‘Arabîcilik deniyor.
📎 Elimizdeki bilgiler Osmanlı İbn ‘Arabîciliğinin temellerinin Rum Selçukluları zamanında atıldığını gösteriyor. 13. yüzyılın ilk yarısı içinde Orta Asya ve İran’daki siyasi ve toplumsal çalkantılardan ve özellikle Moğol istilasından kaçan önemli bir kısım bürokrat, âlim, edip, san’atkâr ve sufi hem güvenli bir ortamda eserlerini yazabilmek, fikir ve tecrübelerini aktarabilmek, hem de Selçuklu sultanlarının cömert ihsanlarından yararlanmak maksadıyla Rum Selçuklu (Selâcıkatu’r-Rum) topraklarına geldiler.2 İşte İbn ‘Arabî de bu gelenlerden biriydi. Ama o Orta Asya ve İran’dan değil, parlak Endülüs Emevi uygarlığının sonunu getirecek olan Recon- quista hareketinin başlangıç yılları İspanya’sından geliyordu.3 Bu yüzden hareketin Müslüman Endülüs halkı içinde yarattığı korku ve endişeleri gençliğinde bizzat yaşamış birinin izlenimlerini taşıyarak Anadolu’ya gelmişti.
___
2- Özellikle I. ‘İzzeddîn Keykâvus (1210-1220) ve hemen arkasından I. ‘Alâeddîn Keyku- bad (1220-1237) zamanında Mevlânâ’nın babası Sultânu’l-‘Ulemâ Bahâeddîn Veled gibi Orta Asya’dan gelen Necmeddîn-i Kübrâ halifeleri ve Necmeddîn-i Râzî, Fahreddîn-i ‘Irâqî, Evhadeddîn-i Kirmânî gibi değişik tasavvuf meşreplerine mensup olanlar ve daha başkaları bunlar arasındaydı.
___
2- Özellikle I. ‘İzzeddîn Keykâvus (1210-1220) ve hemen arkasından I. ‘Alâeddîn Keyku- bad (1220-1237) zamanında Mevlânâ’nın babası Sultânu’l-‘Ulemâ Bahâeddîn Veled gibi Orta Asya’dan gelen Necmeddîn-i Kübrâ halifeleri ve Necmeddîn-i Râzî, Fahreddîn-i ‘Irâqî, Evhadeddîn-i Kirmânî gibi değişik tasavvuf meşreplerine mensup olanlar ve daha başkaları bunlar arasındaydı.
📎 İbn ‘Arabî’nin Diyar-ı Rum (Bilâdü’r-Rûm) ile tanışması yahut Diyar-ı Rum’un İbn ‘Arabî’yi tanıması 13. yüzyılın ilk yarısı içinde vuku buldu. İbn ‘Arabî, 1201 tarihinde hac maksadıyla gittiği Mekke’de Bağdat’tan dönen Diyar-ı Rum’un ünlü sufilerinden Şeyh Mecdüddîn İshak (ö. 1221 ?) ile tanıştı ve dostluk kurdu.4
___
4- HaşimŞahin “ŞeyhMecdüddin İshak’ınTürkiye Selçuklu Yönetimi ile ilişkileri”, Ulusla- rarası Sadreddin Konevi Sempozyumu Bildirileri, (Konya: MEBKAM, 2010), s. 203-210 ̧ Mehmet Ali Hacıgökmen, “Türkiye Selçukluları Şehzade ve Sultanlar Muallimi Mecdüd- din İshak”, Belleten, LXXVI/276 (2012), s. 421-432; Sara Nur Yıldız – Haşim Şahin, “In the Proximity of Sultans: Majd al-Din Ishāq, Ibn ‘Arabī and the Seljuk Court”, The Seljuks of Anatolia, Court and Society in the Medieval Middle East, ed. A. C. S. Peacock – Sara Nur Yıldız (London-New York: I.B. Tauris, 2013), s. 173-206.
___
4- HaşimŞahin “ŞeyhMecdüddin İshak’ınTürkiye Selçuklu Yönetimi ile ilişkileri”, Ulusla- rarası Sadreddin Konevi Sempozyumu Bildirileri, (Konya: MEBKAM, 2010), s. 203-210 ̧ Mehmet Ali Hacıgökmen, “Türkiye Selçukluları Şehzade ve Sultanlar Muallimi Mecdüd- din İshak”, Belleten, LXXVI/276 (2012), s. 421-432; Sara Nur Yıldız – Haşim Şahin, “In the Proximity of Sultans: Majd al-Din Ishāq, Ibn ‘Arabī and the Seljuk Court”, The Seljuks of Anatolia, Court and Society in the Medieval Middle East, ed. A. C. S. Peacock – Sara Nur Yıldız (London-New York: I.B. Tauris, 2013), s. 173-206.
📎 Mecdüddîn İshak Rum Selçuklularının güçlü sultanı I. ‘İzzeddîn Keykâvus (1210-1220) tarafından Sinop’un fethini müjdelemek üzere bir fetihnâme ve zengin hediyelerle halife en-Nâsir li-Dînillah’ın (1180-1225) nezdine yollan- mıştı. Halife o sıralar Fütüvvet teşkilatını düzenleyerek Müslüman hüküm- darları dağılma sürecindeki Abbasi İmparatorluğu’nun yanında tutmaya ça- lışıyordu. Bu sebeple halife şeyhin dönüşünde karşılık olarak ona fütüvvet alâmetlerini göndermişti.5 İşte şeyh Mecdüddîn İshak Bağdat’tan dönüşünde Mekke’de İbn ‘Arabî ile tanışmış ve dostluk kurmuştu. İbn ‘Arabî onun teşvi- kiyle beraberce Anadolu’ya, Malatya’ya geldi ve oraya yerleşti. Yerleşmekle de kalmadı, Mecdüddîn İshak’ın vefatı üzerine dul kalan hanımıyla evlendi ve oğlu Sadreddin’i evlat edinerek yetişmesine büyük katkıda bulundu. Zamanla Rum Selçuklularının güçlü sultanı I. Gıyaseddîn Keyhusrev (1192-1196, 1204-1210) ve I. ‘İzzeddîn Keykâvus’un (1210-1220) ilgisini çektiği ve onların dostluğunu kazandığı anlaşılıyor.6 Özellikle Sultan ‘İzzeddîn onu çok iyi karşılamış, ağırla- mış ve ondan etkilenmişti. Aslında İbn ‘Arabî sultanların yakınında bulunmayı mizacına uygun bulmayan biriydi.7 Belki bu yüzden, belki başka sebeplerle Konya’da fazla kalmamıştı.
___
5- İbn Bîbî al-Munajjima, Târîkh-i İbn Bîbî, ed. Jâlal Mottahidîn, (Tahran: Pajûhaşgâh-i ‘Ulûm-i İnsânî, 1390/2011), s. 153-157.
6- Salim Koca, SultanI. İzzeddin Keykâvus(1211-1220),(Ankara:TTK,1997),s.98; Mustafa Sabri Küçükaşcı, “Konevî’nin Çağında İktidar-Sûfî Çevre İlişkilerine Dair”, Uluslararası Sadreddin Konevi Sempozyumu Bildirileri, (Konya: MEBKAM, 2010), s. 185-186.
___
5- İbn Bîbî al-Munajjima, Târîkh-i İbn Bîbî, ed. Jâlal Mottahidîn, (Tahran: Pajûhaşgâh-i ‘Ulûm-i İnsânî, 1390/2011), s. 153-157.
6- Salim Koca, SultanI. İzzeddin Keykâvus(1211-1220),(Ankara:TTK,1997),s.98; Mustafa Sabri Küçükaşcı, “Konevî’nin Çağında İktidar-Sûfî Çevre İlişkilerine Dair”, Uluslararası Sadreddin Konevi Sempozyumu Bildirileri, (Konya: MEBKAM, 2010), s. 185-186.
İbn-i Arabi'nin kâfir olduğuna dair yapılan propaganda..
📎 İbn ‘Arabî’nin neden Arapça konuşulan Mısır veya Suriye’de yerleşmeyi değil de Rum Selçuklu topraklarında ikameti tercih ettiğini anlamak için Suriye ve Mısırdaki fakihlerin tesiriyle şiddetli bir İbn ‘Arabî karşıtlığının hüküm sürdüğünü, onun kâfir olduğuna dair yapılan propagandanın halkı da etki altına aldığını göz önüne almak gerekir.
Muhtemelen her ne kadar zamanın Eyyubi prensleri aynı görüşte olmasalar da bilhassa onların yerine geçen Memluk devleti zamanında İbn ‘Arabî karşıtlığı had safhaya ulaşmış bulunuyordu.
Buna rağmen gerek Rum Selçukluları gerekse Osmanlılar zamanında İbn ‘Arabî’ye duyulan bu yakınlıkta tamamıyla Arapların hoşgörüsüz Müslümanlık anlayışı ile Türklerin daha müsamahakâr anlayışlarının rolünün olup olmadığı tartışılabilir. Zaten Arap ulemasının hemen her devirde Türklerin Müslümanlıklarını sorguladıkları bilinmeyen bir şey değildir. Muhtemelen Mecdüddîn İshak da onun Rum diyarında anlayışla karşılanacağını ve saygı göreceğini söylemiş ve şeyhi bu yolla ikna etmiş olmalıdır.
📎 İbn ‘Arabî’nin neden Arapça konuşulan Mısır veya Suriye’de yerleşmeyi değil de Rum Selçuklu topraklarında ikameti tercih ettiğini anlamak için Suriye ve Mısırdaki fakihlerin tesiriyle şiddetli bir İbn ‘Arabî karşıtlığının hüküm sürdüğünü, onun kâfir olduğuna dair yapılan propagandanın halkı da etki altına aldığını göz önüne almak gerekir.
Muhtemelen her ne kadar zamanın Eyyubi prensleri aynı görüşte olmasalar da bilhassa onların yerine geçen Memluk devleti zamanında İbn ‘Arabî karşıtlığı had safhaya ulaşmış bulunuyordu.
Buna rağmen gerek Rum Selçukluları gerekse Osmanlılar zamanında İbn ‘Arabî’ye duyulan bu yakınlıkta tamamıyla Arapların hoşgörüsüz Müslümanlık anlayışı ile Türklerin daha müsamahakâr anlayışlarının rolünün olup olmadığı tartışılabilir. Zaten Arap ulemasının hemen her devirde Türklerin Müslümanlıklarını sorguladıkları bilinmeyen bir şey değildir. Muhtemelen Mecdüddîn İshak da onun Rum diyarında anlayışla karşılanacağını ve saygı göreceğini söylemiş ve şeyhi bu yolla ikna etmiş olmalıdır.
Akademi Dergisi
İbn-i Arabi'nin kâfir olduğuna dair yapılan propaganda.. 📎 İbn ‘Arabî’nin neden Arapça konuşulan Mısır veya Suriye’de yerleşmeyi değil de Rum Selçuklu topraklarında ikameti tercih ettiğini anlamak için Suriye ve Mısırdaki fakihlerin tesiriyle şiddetli…
Akademik çalışmayı kaleme alan Ahmet Yaşar Ocak isimli kişinin art niyetli olduğu, konuları saptırmak istediği ve ulaştığı kaynakları değerlendirecek ilmi yeterliliğe de sahip olmadığı bu kısımda net olarak anlaşılıyor.
İbn-i Arabi gerçekten müslüman sayılamayacak bir itikada sahipti ve kimse aşırı giderek onu tekfir etmedi yani kafir ilan etmedi... Hiç kimse ona karşı haksızlık yapmadı. Yapılması gereken yapıldı.
Bu bir yana ama bahsettiği Memlükler, bilinen tarihteki en büyük Türk-İslam devletlerinden biriydi. O halde müslüman Türkler de İbn-i Arabi'ye itibar etmemişler, onu müslüman bilmemişler. Daha sonra Rumların, Vatikan'ın, Yahudilerin, satanistlerin, Çingenelerin güdümünde tesis edilen Osmanlı devleti projesinde ise inadına İbn-i Arabicilik yapılmış.
Bütün mesele bu...
İbn-i Arabi gerçekten müslüman sayılamayacak bir itikada sahipti ve kimse aşırı giderek onu tekfir etmedi yani kafir ilan etmedi... Hiç kimse ona karşı haksızlık yapmadı. Yapılması gereken yapıldı.
Bu bir yana ama bahsettiği Memlükler, bilinen tarihteki en büyük Türk-İslam devletlerinden biriydi. O halde müslüman Türkler de İbn-i Arabi'ye itibar etmemişler, onu müslüman bilmemişler. Daha sonra Rumların, Vatikan'ın, Yahudilerin, satanistlerin, Çingenelerin güdümünde tesis edilen Osmanlı devleti projesinde ise inadına İbn-i Arabicilik yapılmış.
Bütün mesele bu...
İbn ‘Arabîciliğe giden yola döşenen ilk taş...
📎 Rum Selçuklu devletinde I. ‘İzzeddîn Keykâvûs ile başlayan İbn ‘Arabîciliğin Osmanlı kuruluş dönemine yansıması, herhalde bu politikanın kesintiye uğra- madan devam ettiğine işaret ediyor olmalıdır. Çünkü Osmanlı sultanı Orhan’ın (1326-1362) 1331 de İznik’i fethini müteakip hemen açtığı medreseye Sadreddîn-i Konevî mektebi mensubu meşhur sufi ve fakih Dâvûd-i Kayserî’nin (ö. 1350) mü- derris olarak tayinini, öylesine tesadüfi bir hadise telakki etmemelidir.10 Çünkü bu tayin çok geçmeden Osmanlı devletinde İbn ‘Arabîciliğe giden yola döşenen ilk taş olacaktır.
📎 Rum Selçuklu devletinde I. ‘İzzeddîn Keykâvûs ile başlayan İbn ‘Arabîciliğin Osmanlı kuruluş dönemine yansıması, herhalde bu politikanın kesintiye uğra- madan devam ettiğine işaret ediyor olmalıdır. Çünkü Osmanlı sultanı Orhan’ın (1326-1362) 1331 de İznik’i fethini müteakip hemen açtığı medreseye Sadreddîn-i Konevî mektebi mensubu meşhur sufi ve fakih Dâvûd-i Kayserî’nin (ö. 1350) mü- derris olarak tayinini, öylesine tesadüfi bir hadise telakki etmemelidir.10 Çünkü bu tayin çok geçmeden Osmanlı devletinde İbn ‘Arabîciliğe giden yola döşenen ilk taş olacaktır.
Osmanlı sultanı Orhan...
📎 İşte Dâvûd-ı Kayserî’nin de hem en önemli İbn ‘Arabî takipçilerinden ‘Abdürrezzâk-ı Kâşânî’nin (ö. 1329) parlak bir öğrencisi ve hem Sadreddîn-iKonevî üzerinden bu geleneğe mensup parlak bir sufi ve fakih olduğunu hatırla- dığımızda, onun İbn ‘Arabî düşüncesini nasıl bir yorumla Osmanlı medreselerinde tedris ettiğini çok daha iyi anlamış oluruz. Her hâlü kârda onun İznik medresesi- ne tayininin, Rum Selçukluları zamanından beri Sadreddîn-i Konevî mektebinin bir mensubu olarak Osmanlı entelektüel dünyasına nasıl bir zihniyet aşılamış bulunduğunu daha iyi değerlendirme imkânını elde etmiş olacağız. Kısaca söyle- yecek olursak Osmanlı sultanı Orhan’ın Sadreddîn-i Konevî’nin yorumuyla Rum Selçukluları zamanından beri süregeldiğini kabul etmemiz gereken İbn ‘Arabîci geleneğin tesirinde verilmiş bir kararın sonucu olduğunu söyleyebiliriz. O bu tayinle Osmanlı entelektüel dünyasında belki de farkına varmadan yepyeni bir dönemin kapısını aralamıştı.
📎 İşte Dâvûd-ı Kayserî’nin de hem en önemli İbn ‘Arabî takipçilerinden ‘Abdürrezzâk-ı Kâşânî’nin (ö. 1329) parlak bir öğrencisi ve hem Sadreddîn-iKonevî üzerinden bu geleneğe mensup parlak bir sufi ve fakih olduğunu hatırla- dığımızda, onun İbn ‘Arabî düşüncesini nasıl bir yorumla Osmanlı medreselerinde tedris ettiğini çok daha iyi anlamış oluruz. Her hâlü kârda onun İznik medresesi- ne tayininin, Rum Selçukluları zamanından beri Sadreddîn-i Konevî mektebinin bir mensubu olarak Osmanlı entelektüel dünyasına nasıl bir zihniyet aşılamış bulunduğunu daha iyi değerlendirme imkânını elde etmiş olacağız. Kısaca söyle- yecek olursak Osmanlı sultanı Orhan’ın Sadreddîn-i Konevî’nin yorumuyla Rum Selçukluları zamanından beri süregeldiğini kabul etmemiz gereken İbn ‘Arabîci geleneğin tesirinde verilmiş bir kararın sonucu olduğunu söyleyebiliriz. O bu tayinle Osmanlı entelektüel dünyasında belki de farkına varmadan yepyeni bir dönemin kapısını aralamıştı.
Tuzağı en baştan kurdular...
📎 Dâvûd-i Kayserî’nin eserleri sayesinde Molla Fenârî, Kutbeddîn-i İznikî, Sofyalı Bâlî Efendi, ‘Abdullah-i Bosnavî, İsmâ‘îl Hakkî Bursevî ve daha birçok Osmanlı ulemâsı ve sufisi Dâvûd-i Kayserî’nin yolundan gittiler. Onun etkisi sade Osmanlı sahasında değil, Altınorda Devleti sahasında da kendini göstermiş, Kırım’daki Saray şehrinde Seyyid ‘Ali Hemedânî (ö. 1384) İbn ‘Arabî’nin Fusûsu’l- Hikem’ine yazdığı şerhinde büyük ölçüde Dâvûd-i Kayserî’nin şerhini esas almıştı. Hatta Kuzey Afrika’da ‘Abdulganî en-Nablusî ve Emîr ‘Abdulkadir de onun izinden gidenler arasındaydı.13 M. Chodkiewicz böylece Dâvûd-i Kayserî’nin açtığı yoldan Osmanlı medreselerinde pek çok ulemanın ileriki yıllarda da ortaya çıktığına dikkat çeker14
___
13- Bayraktar, “Davud-ı Kayserî”, s. 34.
14- Chodkiewicz, “La Réception”, s. 100.
📎 Dâvûd-i Kayserî’nin eserleri sayesinde Molla Fenârî, Kutbeddîn-i İznikî, Sofyalı Bâlî Efendi, ‘Abdullah-i Bosnavî, İsmâ‘îl Hakkî Bursevî ve daha birçok Osmanlı ulemâsı ve sufisi Dâvûd-i Kayserî’nin yolundan gittiler. Onun etkisi sade Osmanlı sahasında değil, Altınorda Devleti sahasında da kendini göstermiş, Kırım’daki Saray şehrinde Seyyid ‘Ali Hemedânî (ö. 1384) İbn ‘Arabî’nin Fusûsu’l- Hikem’ine yazdığı şerhinde büyük ölçüde Dâvûd-i Kayserî’nin şerhini esas almıştı. Hatta Kuzey Afrika’da ‘Abdulganî en-Nablusî ve Emîr ‘Abdulkadir de onun izinden gidenler arasındaydı.13 M. Chodkiewicz böylece Dâvûd-i Kayserî’nin açtığı yoldan Osmanlı medreselerinde pek çok ulemanın ileriki yıllarda da ortaya çıktığına dikkat çeker14
___
13- Bayraktar, “Davud-ı Kayserî”, s. 34.
14- Chodkiewicz, “La Réception”, s. 100.
Fitnenin merkezi, İznik medresesi...
📎 Böylece erken Osmanlı döneminde siyasal erkin tercihiyle Dâvûd-i Kayserî’nin İznik medresesinde İbn ‘Arabîci eğitim resmen başlamış oluyordu, bu eğitimin bir yandan Osmanlı sufi çevrelerinde, diğer yandan, İznik, Bursa, Edirne gibi dönemin önemli diğer medreselerinden yetişen bürokrat ve ulema içinde giderek köklü ve vazgeçilmez bir şekilde yerleşip gelenekselleştiğini görüyoruz.15
Sözü edilen medreselerden yetişen ve Osmanlı merkez ve taşra bürokrasisinin çeşitli kademelerinde görev yapan ulemâ kanalıyla İbn ‘Arabîciliğin Osmanlı devlet yönetim anlayışında artık giderek resmiyet kazandığı görülüyor. Dâvûd-i Kayserî’nin önemi, yukarıda da vurgulandığı gibi, İbn ‘Arabî’nin önemli takip- çisi hocası ‘Abdürrezzâk-ı Kâshânî ile İbn ‘Arabî’nin en başarılı ve velud şârihi Sadreddîn-i Konevî üzerinden İbn ‘Arabî mektebini izleyen en gözde şahsiyetler- den biri olmasından ileri geliyordu.
___
15 Chodkiewicz, “La Réception”, s. 100.
📎 Böylece erken Osmanlı döneminde siyasal erkin tercihiyle Dâvûd-i Kayserî’nin İznik medresesinde İbn ‘Arabîci eğitim resmen başlamış oluyordu, bu eğitimin bir yandan Osmanlı sufi çevrelerinde, diğer yandan, İznik, Bursa, Edirne gibi dönemin önemli diğer medreselerinden yetişen bürokrat ve ulema içinde giderek köklü ve vazgeçilmez bir şekilde yerleşip gelenekselleştiğini görüyoruz.15
Sözü edilen medreselerden yetişen ve Osmanlı merkez ve taşra bürokrasisinin çeşitli kademelerinde görev yapan ulemâ kanalıyla İbn ‘Arabîciliğin Osmanlı devlet yönetim anlayışında artık giderek resmiyet kazandığı görülüyor. Dâvûd-i Kayserî’nin önemi, yukarıda da vurgulandığı gibi, İbn ‘Arabî’nin önemli takip- çisi hocası ‘Abdürrezzâk-ı Kâshânî ile İbn ‘Arabî’nin en başarılı ve velud şârihi Sadreddîn-i Konevî üzerinden İbn ‘Arabî mektebini izleyen en gözde şahsiyetler- den biri olmasından ileri geliyordu.
___
15 Chodkiewicz, “La Réception”, s. 100.
Akademi Dergisi
Fitnenin merkezi, İznik medresesi... 📎 Böylece erken Osmanlı döneminde siyasal erkin tercihiyle Dâvûd-i Kayserî’nin İznik medresesinde İbn ‘Arabîci eğitim resmen başlamış oluyordu, bu eğitimin bir yandan Osmanlı sufi çevrelerinde, diğer yandan…
İbn-i Arabicilik devlet siyasetine dönüştü...
📎 Onun meydana getirdiği Ekberî külliyatın,16 İznik medresesinden yayılmak suretiyle diğer medreselerde de yıllarca okunduğunu söylemek, bir kehanet değil- dir. Başta bizzat İbn ‘Arabî’ninkiler olmak üzere, Sadreddîn-i Konevî ve Dâvûd-ı Kayserî’nin imzasını taşıyan külliyatın Osmanlı tekkelerinde ve medreselerinde yüzyıllar boyu dolaşımda olduğunu, bugün Türkiye içinde ve dışındaki yazma kütüphanelerinde bulunan oldukça bol sayıdaki nüshaları açıkça ortaya koyuyor.17 Kısacası, bütün göstergeler İbn ‘Arabîciliğin böylece âdeta bir devlet siyasetine dönüştüğüne işaret etmektedir.
📎 Onun meydana getirdiği Ekberî külliyatın,16 İznik medresesinden yayılmak suretiyle diğer medreselerde de yıllarca okunduğunu söylemek, bir kehanet değil- dir. Başta bizzat İbn ‘Arabî’ninkiler olmak üzere, Sadreddîn-i Konevî ve Dâvûd-ı Kayserî’nin imzasını taşıyan külliyatın Osmanlı tekkelerinde ve medreselerinde yüzyıllar boyu dolaşımda olduğunu, bugün Türkiye içinde ve dışındaki yazma kütüphanelerinde bulunan oldukça bol sayıdaki nüshaları açıkça ortaya koyuyor.17 Kısacası, bütün göstergeler İbn ‘Arabîciliğin böylece âdeta bir devlet siyasetine dönüştüğüne işaret etmektedir.
Akademi Dergisi
İbn-i Arabicilik devlet siyasetine dönüştü... 📎 Onun meydana getirdiği Ekberî külliyatın,16 İznik medresesinden yayılmak suretiyle diğer medreselerde de yıllarca okunduğunu söylemek, bir kehanet değil- dir. Başta bizzat İbn ‘Arabî’ninkiler olmak…
📎 Bu siyasetin Yavuz Selim (1512-1520) ve Kanuni (1520-1566) dönemlerin- de bizzat bu sultanların inisiyatifleriyle artık en yüksek seviyede temsil edildiğini görmek, şaşırtıcı olmuyor. Bunun göstergesi,18 aşağıda söz konusu edeceğimiz, dönemin en güçlü şeyhülislamlarının elimizdeki fetvalarıdır. Osmanlı devleti bilindiği gibi Mevlânâ’ya ve Mevleviliğe büyük saygı duymakla beraber, ondan bir siyaset üretmemiştir ve bugün Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin olduğu gibi Mevlânâcı bir devlet olmamıştır.
___
18- Chodkiewicz İbn ‘Arabîciliğin Osmanlı devlet doktrini olduğu fikrini aşırı bulur: Chodkiewicz, “La Réception”, s. 106.
___
18- Chodkiewicz İbn ‘Arabîciliğin Osmanlı devlet doktrini olduğu fikrini aşırı bulur: Chodkiewicz, “La Réception”, s. 106.
📎 Burada sormamız gereken asıl soru herhalde şu olmalıdır: İbn ‘Arabî’nin tasavvuf yorumunun şekillendirdiği İslam anlayışı neden Rum Selçuklu ve Osmanlı devletlerinde bu kadar etkili olmuştur? İbn ‘Arabî’den çok daha önce Konya’ya gelen İşrâkî sufi filozof Şihabeddin-i Sühreverdî’nin (ö. 1191)19 ve I. ‘Alâeddîn Keykubad nezdine Bağdad halifesinin elçisi olarak gelen ünlü sufi diğer Şihabeddîn ‘Ömer es-Sühreverdî’nin (ö. 1234)20 yorumları Selçuklu sarayı dahil, belli ölçüde Konya, Kayseri, Sivas ve Tokat gibi Anadolu kentlerindeki bazı entelektüel çevreleri etkilemekle beraber neden her iki devlette de bu kadar geniş, köklü ve devamlı bir tesir icra edememişlerdir?
Bu sorunun cevabı belki İbn ‘Arabî’nin vaz’ettiği insan-ı kâmil odaklı Vahdetü’l-Vücûd sisteminin cazibesi olduğu kadar, Sadreddîn-i Konevî’nin anlaşılabilir ve kabul edilebilir biçimde yorumlanıp yaygınlaştırılmış ve Dâvûd-ı Kayserî’nin ve öğrencilerinin katkılarıyla sürdürülmüş olmasıdır diyebiliriz. Zira Dâvûd-ı Kayserî çok başarılı bir İbn ‘Arabî şârihi olduğu kadar, eserlerini Sühreverdî gibi salt bir felesefî dille değil, anlaşılır bir tasavvufî dil ve üslupla kaleme almaktaydı.
Bu sorunun cevabı belki İbn ‘Arabî’nin vaz’ettiği insan-ı kâmil odaklı Vahdetü’l-Vücûd sisteminin cazibesi olduğu kadar, Sadreddîn-i Konevî’nin anlaşılabilir ve kabul edilebilir biçimde yorumlanıp yaygınlaştırılmış ve Dâvûd-ı Kayserî’nin ve öğrencilerinin katkılarıyla sürdürülmüş olmasıdır diyebiliriz. Zira Dâvûd-ı Kayserî çok başarılı bir İbn ‘Arabî şârihi olduğu kadar, eserlerini Sühreverdî gibi salt bir felesefî dille değil, anlaşılır bir tasavvufî dil ve üslupla kaleme almaktaydı.
Akademi Dergisi
📎 Burada sormamız gereken asıl soru herhalde şu olmalıdır: İbn ‘Arabî’nin tasavvuf yorumunun şekillendirdiği İslam anlayışı neden Rum Selçuklu ve Osmanlı devletlerinde bu kadar etkili olmuştur? İbn ‘Arabî’den çok daha önce Konya’ya gelen İşrâkî…
Ahmet Yaşar Ocak burada da bilerek ve isteyerek yanlış yola sapıyor...
Sorusunun cevabı çok açık şekilde gözler önünde... Saydığı yerlerde Çingene/Ermeni hakimiyeti vardı. Türk ve müslüman görünerek yol alıyorlardı. Dünyada o sırada mevcut dış unsurlar da oyunlarını kuruyorlardı. En başta da Vatikan...
Sorusunun cevabı çok açık şekilde gözler önünde... Saydığı yerlerde Çingene/Ermeni hakimiyeti vardı. Türk ve müslüman görünerek yol alıyorlardı. Dünyada o sırada mevcut dış unsurlar da oyunlarını kuruyorlardı. En başta da Vatikan...
Yavuz Sultan Selim, büyük üstadı İbn-i Arabi'nin mezarını bulduruyor...
📎 Tam bu noktada şu iki olguyu birbirinden ayırt etmek gerekiyor:
1) İbn ‘Arabîciliğin Osmanlı entelektüel ve bürokratik dünyasındaki güçlü tesiri,
2) Aslında birincisinin etkisi sonucu oluşmakla beraber devletin belli bir dönem bizatihi İbn ‘Arabîci bir siyaset gütmesi.
Birincisini yukarıda belirttiğimiz gibi Sadreddîn-i Konevî üzerinden Dâvûd-ı Kayserî tesiriyle açıklamamız mümkündür.21
Fakat ikincisi daha ziyade İbn
‘Arabî’ye atfedilen eş-Şeceretü’n-Nu’mâniyye fi’d-Devleti’l-‘Osmâniyye isimli, Osmanlı devlet ricali arasında çok tutulan küçük bir risaleyle ilgili görünüyor.22 İbn ‘Arabî’nin mezarını buldurduğunda Yavuz Selim’in bu risaleden haberdar olup olmadığını bilmiyoruz. Belki haberdardı, haberdar idiyse risalenin gerçekten ona ait olduğuna inanıp inanmadığını da bilmiyoruz. Bizce eğer haberdar idiyse inanmamış olsa dahi devlet siyasetine uygun bir belge olduğu için aleyhte herhangi bir fikir ortaya atmamış olabilirdi.
📎 Tam bu noktada şu iki olguyu birbirinden ayırt etmek gerekiyor:
1) İbn ‘Arabîciliğin Osmanlı entelektüel ve bürokratik dünyasındaki güçlü tesiri,
2) Aslında birincisinin etkisi sonucu oluşmakla beraber devletin belli bir dönem bizatihi İbn ‘Arabîci bir siyaset gütmesi.
Birincisini yukarıda belirttiğimiz gibi Sadreddîn-i Konevî üzerinden Dâvûd-ı Kayserî tesiriyle açıklamamız mümkündür.21
Fakat ikincisi daha ziyade İbn
‘Arabî’ye atfedilen eş-Şeceretü’n-Nu’mâniyye fi’d-Devleti’l-‘Osmâniyye isimli, Osmanlı devlet ricali arasında çok tutulan küçük bir risaleyle ilgili görünüyor.22 İbn ‘Arabî’nin mezarını buldurduğunda Yavuz Selim’in bu risaleden haberdar olup olmadığını bilmiyoruz. Belki haberdardı, haberdar idiyse risalenin gerçekten ona ait olduğuna inanıp inanmadığını da bilmiyoruz. Bizce eğer haberdar idiyse inanmamış olsa dahi devlet siyasetine uygun bir belge olduğu için aleyhte herhangi bir fikir ortaya atmamış olabilirdi.
📎 Bu risalede İbn ‘Arabî ilm-i cifr yöntemiyle geleceğe dair bazı kehanetlerinin dışında, kuruluşundan altmış küsur yıl evvel bir Âl-i Osman devleti kurulacağını, Yavuz Selim’in Şam’ı fethettiğinde kendi mezarını ortaya çıkaracağını haber veriyordu. Uzun zamandan beri söz konusu risalenin ve Sadreddîn-i Konevî’nin yazdığı söylenen şerhin apokrif eserler olduğu artık çok iyi biliniyor.23 Osmanlı bürokrasisi, uleması ve sufiyyesi içinde de söz konusu risalenin ve şerhin bu iki büyük sufinin kaleminden çıkmış olamayacağını bilenler muhakkak ki vardı.
Fakat burada önemli olan, bunu bilseler de devletlerinin ilâhî bir meşruiyyet zeminine dayandığını muhaliflerine ispat eden bir kanıt olarak değerlendirmiş ve kullanmış olmalarıdır.
O kadar ki İran’la 1730’dan beri devam eden ve 1732 tarihinde Os- manlıların galibiyetini takiben yürütülen barış müzakereleri esnasında Osmanlı murahhasları eş-Şeceretü’n Nu‘mâniyye’yi Osmanlı devletinin ilahî destekli bir devlet olduğunu ispat eden bir belge olarak İranlı meslektaşlarının önüne koydular.24
___
24- Koca Ragıp Paşa’nın Tahkîk-i Tevfîk isimli eserinden naklen Tahralı, “Muhyiddin İbn
‘Arabî’nin Türkiye’ye Tesirleri”, s. 75, dipnot 7.
Fakat burada önemli olan, bunu bilseler de devletlerinin ilâhî bir meşruiyyet zeminine dayandığını muhaliflerine ispat eden bir kanıt olarak değerlendirmiş ve kullanmış olmalarıdır.
O kadar ki İran’la 1730’dan beri devam eden ve 1732 tarihinde Os- manlıların galibiyetini takiben yürütülen barış müzakereleri esnasında Osmanlı murahhasları eş-Şeceretü’n Nu‘mâniyye’yi Osmanlı devletinin ilahî destekli bir devlet olduğunu ispat eden bir belge olarak İranlı meslektaşlarının önüne koydular.24
___
24- Koca Ragıp Paşa’nın Tahkîk-i Tevfîk isimli eserinden naklen Tahralı, “Muhyiddin İbn
‘Arabî’nin Türkiye’ye Tesirleri”, s. 75, dipnot 7.
İbn-i Arabi'yi söküp çıkartınca, Osmanlı devletinden ve padişahlarından geriye ne kalıyor?
📎 İbn ‘Arabîciliğin Yavuz Selim (1512-1520) ve Kanuni (1520-1566) dönemlerinde bizzat bu sultanların inisiyatifleriyle artık en yüksek seviyede resmiyet ka- zanan bir devlet siyaseti haline geldiğini, dönemin en güçlü iki şeyhülislamının elimizdeki fetvaları açıkça ortaya koyuyor. Burada fetvalarla ilgili olarak şu mühim hususu gözümüzden uzak tutmamamız lazımdır:
Fetvâlar sadece herhangi bir meselede şeriatın hükmünü bir defalığına kısa ifadelerle ortaya koyan metinler olmanın ötesinde, ileride zuhur edecek benzer meselelerin çözümü konusunda da referans olma özelliğine sahiptirler. Osmanlı şeyhülislamlarının verdikleri fetvaların bu özelliklerinin ötesinde ayrıca iki işlevleri daha olmuştur: En yüksek fetva makamının görüşünü yansıtan resmî belgeler oldukları için hem nihaî çözümü yansıtan ve devletin problemini halleden metinlerdir, hem de o konuda devlet politikasını meşrulaştıran veya politika üretmesine yol gösteren işlevsel metinlerdir. İşte aşağıda temas edeceğimiz Şeyhülislam İbn Kemal ve Ebussuud Efendilerin Muhyiddin İbn‘Arabî meselesindeki fetvaları da bu iki işlevi birden ifa etmekteydiler.
📎 İbn ‘Arabîciliğin Yavuz Selim (1512-1520) ve Kanuni (1520-1566) dönemlerinde bizzat bu sultanların inisiyatifleriyle artık en yüksek seviyede resmiyet ka- zanan bir devlet siyaseti haline geldiğini, dönemin en güçlü iki şeyhülislamının elimizdeki fetvaları açıkça ortaya koyuyor. Burada fetvalarla ilgili olarak şu mühim hususu gözümüzden uzak tutmamamız lazımdır:
Fetvâlar sadece herhangi bir meselede şeriatın hükmünü bir defalığına kısa ifadelerle ortaya koyan metinler olmanın ötesinde, ileride zuhur edecek benzer meselelerin çözümü konusunda da referans olma özelliğine sahiptirler. Osmanlı şeyhülislamlarının verdikleri fetvaların bu özelliklerinin ötesinde ayrıca iki işlevleri daha olmuştur: En yüksek fetva makamının görüşünü yansıtan resmî belgeler oldukları için hem nihaî çözümü yansıtan ve devletin problemini halleden metinlerdir, hem de o konuda devlet politikasını meşrulaştıran veya politika üretmesine yol gösteren işlevsel metinlerdir. İşte aşağıda temas edeceğimiz Şeyhülislam İbn Kemal ve Ebussuud Efendilerin Muhyiddin İbn‘Arabî meselesindeki fetvaları da bu iki işlevi birden ifa etmekteydiler.
Osmanlı içinde İbn-i Arabi karşıtlığı...
📎 Osmanlı devlet İbn ‘Arabîciliğinin en çok görünürlülük kazanarak tam bir devlet politikası haline gelişinin Yavuz Selim ve Kanuni Süleyman zamanlarına rastlaması bir tesadüf değildir. Çünkü bu iki sultanın zamanı, dışarıdaki parlak zaferlere karşılık, Safevî devleti ile girişilen ateşli ideolojik, siyasal ve askerî mücadelenin, Anadolu’daki mehdîci isyanlar ile İbn ‘Arabî aleyhtarı söylemlerin ortaya çıktığı fevkalade sorunlu bir dönemdi. Tarihçiler bu hadiselerin Osmanlı top- lumu içinde hâsıl ettiği krizin üzerinde bugüne kadar pek durmamışlardır. Bu kriz dönemine ait fevkalade önemli bir kaynak, bir 16. yüzyıl Osmanlı bürokratı olan Mevlânâ İsa’nın Câmi‘u’l-Meknûnât isimli mühim kitabıdır. Vaktiyle Barbara Flemming tarafından güzel bir analiz eşliğinde tarihçilerin dikkatine sunulan bu kitap yaşanan krizin Osmanlı toplumu içinde Batılıların millenium tabir ettikleri nasıl “kıyametci ve mehdîci” bir beklenti yarattığını çok canlı bir biçimde tasvir eder.25
📎 Osmanlı devlet İbn ‘Arabîciliğinin en çok görünürlülük kazanarak tam bir devlet politikası haline gelişinin Yavuz Selim ve Kanuni Süleyman zamanlarına rastlaması bir tesadüf değildir. Çünkü bu iki sultanın zamanı, dışarıdaki parlak zaferlere karşılık, Safevî devleti ile girişilen ateşli ideolojik, siyasal ve askerî mücadelenin, Anadolu’daki mehdîci isyanlar ile İbn ‘Arabî aleyhtarı söylemlerin ortaya çıktığı fevkalade sorunlu bir dönemdi. Tarihçiler bu hadiselerin Osmanlı top- lumu içinde hâsıl ettiği krizin üzerinde bugüne kadar pek durmamışlardır. Bu kriz dönemine ait fevkalade önemli bir kaynak, bir 16. yüzyıl Osmanlı bürokratı olan Mevlânâ İsa’nın Câmi‘u’l-Meknûnât isimli mühim kitabıdır. Vaktiyle Barbara Flemming tarafından güzel bir analiz eşliğinde tarihçilerin dikkatine sunulan bu kitap yaşanan krizin Osmanlı toplumu içinde Batılıların millenium tabir ettikleri nasıl “kıyametci ve mehdîci” bir beklenti yarattığını çok canlı bir biçimde tasvir eder.25